Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlar, Allahü teâlâ görülemez diyenler, sözlerini isbât etmek için, (Görülen şeyin, görenin karşısında olması lâzımdır. Allahü teâlâ, birşeyin karşısında olamaz. Çünki O, cihetsizdir. Cihetli olmak demek, sınırı, sonu, etrâfı olmak demekdir. Bunlar ise, Allahü teâlâ için kusûrdur, noksânlıkdır. İlâhda bu kusûrlar olamaz) diyorlar.
Bunlara cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlânın kudreti, kuvveti o kadar çokdur ki, bu geçici ve za’îf olan dünyâ hayâtında, hissiz, hareketsiz, içi boş iki sinir parçasına, karşısında olan şeyleri görebilmek kuvveti vermişdir. Sinirlere bu kuvveti veren yüce Allah, âhıretde, dahâ kuvvetli ve hiç yok olmıyacak olan bu iki sinir parçasına, karşısında olmıyanları, cihetsiz veyâ her cihetde olanları da görmek kuvvetini veremez mi? Çünki O, sonsuz kudret sâhibidir ve âhıretde his edilmesi ve görülmesi kâbildir. Ba’zı yerlerde ve zemânlarda, görmek için, karşılıklı ve belli yönde bulunmağı şart kılmış, başka yerlerde ve zemânlarda, bu şart olmadan görmek kuvveti vermişdir. Bu iki yer birbirine hiç benzemediği hâlde, birinde lâzım olan şartları, ötekinde de lâzımdır demek, doğrusu pek insâfsızlık olur. Mahlûkları yalnız bu görünen, ölçülen (Âlem-i mülk) olarak bilip, akl ile anlaşılmayan (Âlem-i melekût)daki şaşılacak varlıklara inanmamak olur.
Cevâb: Allahü teâlânın görünmesi, fekat çevresi bulunmaması ve gözle anlaşılamaması câizdir. En’âm sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Onu gözler anlıyamaz. O ise, gözleri bilir, anlar. O, ihsân sâhibi bilicidir) buyruldu. Mü’minler, âhıretde Allahü teâlâyı görecekler, gördük diyeceklerdir. Görmekde hâsıl olan zevkı, lezzeti duyacaklardır. Fekat, görüneni anlıyamıyacaklardır. Görmekden birşey elde edemiyeceklerdir. Görmeği anlıyacaklar, görmenin tadını alacaklar, fekat gördüklerini anlamıyacaklardır. Fârisî beyt tercemesi:
Allahü teâlâyı görmek için, görenin karşısında bulunması, doğrultusunda olması şartdır denilirse, Allahü teâlânın görmesi için de bu şartların bulunması lâzım olur. Çünki, görülende bu şartların bulunması, görende de bulunması demekdir. Allahü teâlânın, mahlûkları görmesinde de bu şartların bulunması lâzım olup, görmemesi îcâb eder. Allahü teâlânın görmek sıfatı inkâr edilmiş olur. Kur’ân-ı kerîme inanılmamış olur. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin birçok sûresinde, (Allahü teâlâ yapdıklarınızı görücüdür) ve (O, işitici ve görücüdür) ve (Allahü teâlâ amelinizi görür) meâllerinde âyetler vardır. Bundan başka, görmemek kusûrdur. İlâhlık sıfatından mahrûm olmakdır.
Cevâb: Görmek, bir güzel sıfatdır. Başka sıfatlardan başka olarak, Allahü teâlâda bu sıfatın da bulunduğunu Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Görmek, ilmden başka birşey değildir demek, Kur’ân-ı kerîme uygun olmaz. İlm denilince, bilinenin karşısında bulunmakdan kurtarılmış olmaz. İlm, sanki iki kısmdan hâsıl olur. Birincisinde, bilinen şey ile karşı karşıya olmak şart değildir. İkincisinde ise şartdır. Buna, (Rü’yet), ya’nî görmek denir. Mahlûklarda ilmin en kuvvetlisi, en yüksek derecesi, görmekdir. Ancak görmekle, kalbde itmi’nân, emniyyet hâsıl olur. Düşünülen, bilinen şeylere, insanın vehmi karşı çıkabilir. His ederek anlaşılan şeylere, vehm karşı koyamaz. Böyle şeyler, bu tehlükeden kurtulur. Bunun içindir ki, İbrâhîm Halîlurrahman “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın ölüleri dirilteceğine inandığı ve kalbinde yakîn bulunduğu hâlde, kalbinde (İtmi’nân), ya’nî emniyyet hâsıl olması için, ölülerin nasıl dirildiğini görmek istedi.
Görmek gibi güzel bir sıfat Allahü teâlâda yokdur denirse, bu güzel sıfatın mahlûklara nereden geldiğini sorarız. Çünki, mahlûklarda bulunan her güzellik, Allahü teâlâda bulunan güzelliğin aksidir, zuhûrudur. Mahlûkda bulunan bir güzelliğin, iyiliğin, Vâcib-ül-vücûdda bulunmaması, olacak şey değildir. Çünki, mümkinler, kötülükden, noksânlıkdan başka birşey değildirler. Onlarda görülen her kemâl, her güzellik, vücûb mertebesinden âriyet olarak verilmişdir. Çünki vücûb mertebesi; yalnız kemâl, yalnız güzellikdir. Fârisî beyt tercemesi:
İlk süâle cevâb olarak, şöyle de deriz ki, ileri sürdüğünüz sebeb, Allahü teâlânın varlığı için de tehlükeli bir düşünüşdür. Onu görmek olamaz derken, Onun varlığı da olamaz demekdir. Bu ise, akla uygun düşünüş değildir. Çünki, Allahü teâlâ var olunca, bu âlemin bir cihetinde bulunması lâzım olur. Yukarıda veyâ aşağıda, önde yâhud arkada, sağda, solda olur. Bu ise, Onun çevrilmesi, sınırlanması demekdir ki, noksânlıkdır, kusûrdur. İlâhda hiçbir kusûr bulunmaması lâzımdır.
Cevâb: Âlemin her tarafında olmak, çevrilmiş, sınırlanmış olmakdan kurtarmaz. Âlemin dışında bulunması lâzım olur. Başka olan birşey, dışarda olur. İkilik, başka yerde olmakdır. Bu da, çevrilmiş, sınırlanmış olmakdır.
Böyle yanlış ve aldatıcı düşüncelerden kurtulmak için, bilinmiyen şeyleri, bilinenler gibi sanmak hastalığından kurtulmak lâzımdır. Gâibi şâhide kıyâs etmemelidir. Görülen şeyde bulunan güzel bir hâl, görünmiyenin güzelliğini giderebilir. Çünki şartlar başka olunca, sıfatlar, hâller de başka olur. Hele, şartların başkalığı, ters olacak kadar çok ise, hâllerin başkalığı da ters olmağa kadar gider. Arabî mısra’ tercemesi: